Ebedi Takvim






İzmir Kent Tarihi

13 Mart 2012 Salı


İzmir; Akdeniz’in incisi, batının en doğusu, doğunun en batısı… İzmirli büyük ozan Homeros’un “gök kubbenin altında ki en güzel şehir” olarak betimlediği, Aristo’nun İskender’e “görmezsen eksik kalırsın” diyerek önemini vurguladığı, büyük yazar Victor Hugo’nun onu hiç görmeden adına şiir yazıp bir “prenses”e benzettiği; farklı kültürlerin, yaşam tarzlarının, inançların binlerce yıldır bir arada barış içinde yaşadığı kavimler kapısı. Doğu Akdeniz’in merkezi, Ege’nin gerdanlığı!

Söylencelere göre İzmir adı ; “Smyrna “ adlı bir Amazon kraliçesinden gelmektedir. Bugün İzmir olarak kullandığımız isim Smyrna kelimesinin dönüşmüş biçimidir. Bazı kaynaklar Smyrna kelimesinin daha erken söyleniş biçimlerine ilişkin Samorna ve Smurna adlarını da vermektedirler. Ama kentimiz 20. yüzyılın başına kadar yaygın olarak Smyrna ismiyle tanınmıştır.

Smyrna Antik Kenti
Antik çağlardan günümüze bir ticaret ve liman kenti olan İzmir; kuruluşundan bu yana bu özelliğini hiç kaybetmemiştir. Bu özelliği sayesinde farklı kültürler İzmir’de harmanlanmış, bu olgu kentin mimari dokusuna da sinmiştir. Yakın zamanlara kadar İzmir’in en eski yerleşim alanı olarak bilinen Bayraklı’da ki Tepe kule kazılarından elde edilen buluntular M:Ö 3000 yıllarına kadar uzanmaktaydı. Doğu Helen dünyasının en eski kutsal yapılarından birisi olan Athena Tapınağı ve yine Helen dünyasının çok odalı ev tiplerinin en eski örnekleri ve İon Uygarlığı’na ait en eski parke döşeli yol burada yapılan kazılarda ortaya çıkarılmıştır. Ancak 2006 yılında Ege Üniversitesi Arkeoloji Bölümü tarafından İzmir Bornova’da bulunan Yeşilova Höyüğü’nde ki kazılarda kentin tarihinin M:Ö 6500’e kadar uzandığı tespit edilmiştir.

Çağlar boyunca çeşitli istilalara uğrayan İzmir’in üçüncü kuruluş süreci ise; M.Ö 333 yılında çeşitli kaynaklarca da doğrulandığı biçimde İzmir’e gelen İskender sayesinde olmuştur. Söylenceye göre; Pagos(Kadife kale) Dağı eteklerinde uyuyakalan İskender’e rüyasında iki su perisi İzmir’i burada kurmasını öğütlemişler. O da kenti ikinci kez Kadife kale sırtlarında kurmuştur.
Kadife kale 
Roma İmparatorluğu döneminde; Roma’ya karşı Bergama Kralı Attalos’un oğlu Aristonikos’un öncülüğünü yaptığı ayaklanmaya destek vermediği için İmparatorluk tarafından “özgür kent” olarak tanımlanan İzmir, ardından gelen Bizans egemenliği döneminde dinsel bir merkez haline gelmiştir. Böylelikle İzmir Bizans döneminde dinsel merkez olma özelliği nedeniyle başkent İstanbul düzeyine çıkarılmıştır. Bizans İmparatoru Leon, İzmir’i İstanbul dışında ki kentlerin başkenti ilan etmiş ve bu süreçte İzmir’e “kendi kendini yönetebilen kent “ünvanı verilmiştir.
Osmanlı'da Rumlar, Ermeniler, Yahudiler ve Batı kökenli gayrimüslimler, Frenk olarak adlandırılırdı. İzmir'de 13'üncü yüzyıl sonlarından itibaren de, bu kişilerin yaşadıkları şimdiki Karataş'la Alsancak arasındaki yer Frenk Mahallesi diye anılırdı.
Frenk Mahallesi 19'uncu yüzyılın sonlarına kadar gelişim göstermiştir. Fiziksel açıdan ciddi bir değişime uğramıştır. Gelişen ticaretin yarattığı yoğunluk nedeniyle deniz doldurulmuştur. Frenk Sokağı da, kıyıdan çok içerilerde kalmıştır.
Bu sokağının sahilde olduğu günlerin anısını yansıtan en önemli bina, 1600'lü yılların başında "leb - i derya" kilisesi olarak inşa edilen, şimdiki Halit Ziya Bulvarı'nda yer alan Saint Polycarpe Kilisesi'dir.
Frenk Mahallesi, dolgu yüzünden, arazi tartışmalarına sahne olmuştur. Keyfi dolgulara ilişkin şikayetleri yansıtan yüzlerce arşiv belgesi bulunmaktadır. 

İlk kaya 1867'de atıldı
1867'de başlayan Kordon dolgusu 1876'da tamamlanmıştır. Böylece, 17'inci yüzyılda deniz kıyısında bulunan Frenk Sokağı, 19. Yüzyılın sonunda, kıyıdan içeriye doğru dördüncü cadde haline gelmişti.
İlk sırada Birinci Kordon, ikinci sırada İkinci Kordon, üçüncü sırada da İngiliz İskelesi'yle, Eski Balık Pazarı caddeleri yer almıştı. Frenk Caddesi, dört ana bölümden oluşuyordu.
İlk bölüm, Mahmudiye Caddesi.. Bu isim Sultan II. Mahmut için verilmişti. Büyük Vezir Han'dan başlayıp, Aya Photini Kilisesi'nin önündeki kıvrıma kadar devam ederdi. Burada hanlar, ferhaneler (pasaj) ve tütün depoları bulunurdu.
Kilise arazisinin bitiminde Carrefour (kavşak) Aya Photini vardı. Bu kavşakta, Avrupalı Finans kurumlarından Credit Lyonnais, İzmirli borsacılardan Arapyan Karabet'in Ferhanesi ve Alex Annoras'nın Mobilya Mağazası vardı. 

Sultaniye Caddesi...
İkinci bölüm Sultaniye Caddesi... İzmirli Katoliklere ait Saint Polycarpe Kilisesi'nden başlardı. Kilisenin yanında geniş alana yayılmış Capucin rahiplerinin manastırı yer alırdı. Günümüzde Cumhuriyet Kız Meslek Lisesi civarında bulunan Fasula Meydanı'na kadar uzanan Sultaniye Caddesi, Frenk Caddesi'nin omurgasıdır ve kentin Avrupai çarşısıdır. Modern binaları, mağazaları, düzgün sokakları, şık giyimli insanlarıyla İzmir'in farklı bir yönüdür.
İzmir'e gelen bütün gözlemcilerin bahsettiği bir yerdir. Mağazalarda Avrupa'ya ait her tür mamulü bulmak mümkündü. Peynirler, kaliteli şaraplar ve biralar, tütsülenmiş etler, yünlüler, ipekli kumaşlar, hazır giysiler, parfümler, ayakkabılar, daktilolar, mobilyalar, vb. her türlü ürünün alışverişi bu zengin çarşıda yapılırdı. Bir çok konsolosluk da gösterişli bayraklarıyla arz-ı endam ederdi.

Teşrifiye, Mesudiye..
Üçüncü bölümünü, Fasula Meydanı'ndan başlayıp, günümüzdeki Kıbrıs Şehitleri Caddesi'nin girişine kadar uzanan Teşrifiye Caddesi'ydi. Burada depolar, işletmeler ve konutlar yer alırdı.
Dördüncü bölüm ise Mesudiye Caddesi'ydi. Günümüzdeki Kıbrıs Şehitleri Caddesi'nden denize dik devam eden yoldu. Bu caddede küçük ticari işletmelerle beraber, ağırlığı konutlar oluşturmaktaydı. 
İzmir'in Avrupai yüzü olan Frenk Caddesi'nde kitap evleri, müzik mağazaları, fotoğraf stüdyoları, resim galerileri, eğlence mekanları ve kulüpler de vardı. Bu entelektüel mekanlar İzmir'in kültürel hayatına renk ve zenginlik katardı. Ta ki, 1922'de yanıp tükeninceye kadar. 
1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’nun yoğun Türkmen akınlarına sahne olmasıyla birlikte İzmir ve çevresinde ilk kez Türk egemenliği görülmeye başlamış, 1081’de denizci Türkmen Beyi Çaka Bey; İzmir’i merkez alarak bir beylik kurmuş ve yaklaşık 16 yıl bu egemenliğini sürdürmüştür. Çaka Bey’in çok kısa süren hâkimiyetinden sonra İzmir ve çevresinde Türk izlerini kuvvetlendiren asıl dönem, Aydınoğulları Beyliği’nin 1308’de Birgi’de kurulmasıyla başlamıştır. 1317’de İzmir’i ele geçiren Aydınoğlu Mehmet Bey, İzmir’in yönetimini oğlu Umur bey’e vermiştir. Umur Bey döneminde İzmir’de özellikle Kadifekale sırtlarında yoğun bir Türkleşme olgusu yaşanmıştır. Umur Bey’in İzmir ve Ege Denizi’nde elde ettiği başarılar karşısında; orta çağın güçlü denizci İtalyan kent devletleri olan Venedik ve Cenevizliler olumsuz olarak etkilenmişler ve Umur Bey’in faaliyetlerine son vermek amacıyla 1345 yılında Papalığı harekete geçirerek Fransız Humbert komutasında bir Haçlı donanmasını İzmir’e göndermişlerdi. Bu donanma İzmir’e baskın yaparak sahilde bulunan Liman Kaleyi zapt etti. Yaşanan bu gelişmeler sonunda Umur Bey’in donanması ve tersanesi tahrip edildi. Türkler Ancak Kadife kale eteklerinde tutunabildiler. Süreç içerisinde Kadife kale ve çevresi Türk Müslüman İzmir, günümüzde Hisar önü Camii civarında bulunan Liman Kale’de sahil kesimi ise Hristiyan-Gâvur İzmir olarak kaldı.

Kordonda Frenk Kadınları 

Frenk Sokağı 
Umur Bey;
Liman Kaleyi Latinlerden geri almak için çok uzun süren mücadeleler yaptı. 1348 de Liman Kaleyi kuşattı. Ancak kaleden atılan bir okla şehit oldu. İzmir; 1425 yılında Osmanlı İmparatorluğunun sınırları içine girmiş, ve uzun yıllar imparatorluğa bağlı “Sığla Sancağı” olarak anılmıştır.
Çaka Bey 
Aydınoğlu Umur Bey



Uygun bir limana sahip olması ve çok zengin bir bölgenin tek çıkış özelliğini taşıması kenti, süreç içerisinde daha da geliştirdi. Yönetim açısından önceleri voyvodalık daha sonra da sancak merkezi olan İzmir 1841-43 yılları arasında Aydın Vilayeti’nin merkezi olmuştu.

İzmir’in kentsel gelişimi ise 17. yy.’dan itibaren ivme kazanmıştır. 1425’de başlayıp 17. yy.a kadar geçen süre içinde kasaba irisi bir kent özelliği taşıyan İzmir; 17.yüzyılla birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun Batıya açılan kapısı olmuştur. Hinterlandında verimli tarım arazileri olan İzmir’in dünya kapitalist sistemine eklemlenen bir “Liman Kent” olarak kentsel gelişimi; 17. yy.da Batı Avrupa’nın Osmanlı coğrafyasına doğru yayılma emelleri taşımasıyla paralellik taşır. Batı Anadolu’nun zengin tarım ürünlerinin tek ihraç kapısı niteliğinde olan İzmir, bu tarihten itibaren batılı şirketlerin ve onların aracısı konumundaki Levanten aile işletmelerinin en önemli ilgi odaklarından birisi haline gelmeye başlamıştır. Bu olgu; kentin sosyolojik yapısını ve mekân sal görünümünü önemli bir değişime uğratmış ve farklı kültürler ve yaşam biçimleri İzmir’de bir arada barış içerisinde yaşamaya başlamışlardır. 19. yüzyılın bütün yolculuk güncelerinde “Küçük Paris” olarak adlandırılan İzmir; giderek batılı yaşam tarzının en rafine örneklerinin yaşandığı bir kent haline gelmiştir. Farklı dillerde yayınlanan gazeteleriyle, Avrupa’da ki herhangi bir kenti aratmayacak kafeleriyle, tiyatro binaları ve konser salonlarıyla İzmir, kültürel olarak da Doğu Akdeniz liman kentleri içinde ayrıcalıklı bir konuma sahip olmuştur.


Çaka Bey (asıl adı Çakan veya Çaga Bey'dir), 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi'nin hemen sonrasında Türkmenlerin çok kısa sürede Anadolu coğrafyasına yayıldıkları dönemde, Batı Anadolu'da hakimiyet kurmuş ve Türk tarihinin ilk deniz savaşı filosunu oluşturarak askeri başarılar kazanmış Türk komutanı ve denizcisi. Aynı zamanda ilk Türk Amiralidir.
Selçuklu ordusundan bağımsız hareket ederek, İzmir (Smyrna)'yı ilk defa olarak Türk idaresine katmış, daha sonra İznik (Nikaia)'da payitaht kurmuş bulunan Anadolu Selçukluları ile güçlerini birleştirmiştir.
Çaka Bey Oğuzlar'ın Çavuldur boyuna mensuptu. Malazgirt Savaşı sonrasındaki Bizans İmparatorluğu kuvvetleri ile giriştiği bir çatışmada esir düşmüş, Konstantinopolis'e götürülmesini takiben İmparator III. Nikeforos Botaneiates’in dikkatini çekerek Bizans sarayına alınmıştır. Burada çok büyük ilgi görmüş, serbestçe hareket etmesine izin verilmiş ve sonraki yıllardaki başarıları açısından önem arzedecek pek çok bilgi ve deneyim edinmiş, bu arada Yunanca ve denizcilik de öğrenmiştir. Bizans İmparatorluğu deniz kuvvetlerini yakından incelemiştir. 1081 yılında Bizans tahtına İmparator I. Aleksios Komnenos geçince hürriyetine kavuşmuştur.
Çaka Bey 1081 yılında elindeki kuvvetlerle İzmir (Smyrna)’yı kuşatmış ve Bizanslılardan almıştır. İzmir merkezli bir beylik kurarak sınırlarını genişletmek için mücadeleye başlamıştır. 2-3 yıllık bir süre içinde Urla, Çeşme, Sığacık ve Foça’yı zapt ederek bu kesimdeki geniş sahil boyunu sınırları içine almıştır. Hedefi Ege Denizi'nde hakimiyet kurmaktı. Bunun için İzmir ve Efes tersanelerinde, bir kısmı yalnız kürekli, diğer kısmı yelken ve kürekle hareket eden 40 parçadan meydana gelen ilk Türk filosunu kurmuştur. Filo 1081’de Ege Denizi'ne açılmıştır. Çaka Bey'in komutasındaki bu ilk Türk filosu 1081’de Bizans donanmasını Uzun ada açıklarında mağlup etmiştir.
Çaka Bey, 1081’de yine denize açılarak Sisam ve Rodos adalarını ele geçirmiştir. Bizans İmparatoru bunun üzerine Ege’nin hakimiyetini geri almak için yeni bir donanma hazırlatmıştır. Ancak gönderdiği donanma, Çaka Bey ile karşılaşmaya cesaret edememiş, Sakız Adası'na sığınmıştır. Çaka Bey Sakız Adası'nı kuşatmış ise de almaya muvaffak olamamıştır.
Çaka Bey 1081 yılında Çanakkale ve Trakya’nın zaptı ve sonra da Konstantinopolis'i fethetme düşüncesiyle donanmasının başında yeni bir saldırı başlamıştır. Edremit dahil, yolu üzerindeki Bizans merkezlerini tek tek zapt ederek Çanakkale sınırlarına dayanmıştır. Burada Anadolu Selçuklu Devleti'nin hükümdarı ve aynı zamanda damadı olan I. Kılıç Arslan’la buluşmuştur. Beraberce boğazın en çetin kalesi olan Abidos’u kuşattılar.
Çaka Bey gücünü artırdıktan sonra İstanbul'u fethetmek istemiş ve bu nedenle Türk boylarından Peçeneklerle birleşmiştir. Bizans, bu ittifaka karşı koyabilmek için Kıpçaklardan paralı asker desteği almış ve başarılı olarak Peçeneklerin çoğunu öldürmüşlerdir.
Çaka Bey'in Kılıçarslan'la müttefikliği Bizans'ı tedirgin etmiştir ve Bizans Kılıçarslan'ı Çaka Bey'e karşı kışkırtmıştır. Çaka Bey Kılıçarslan'ın damadı olduğu için Kılıçarslan'ın tahtında gözü olduğu yalanı söylenir. Bunun üzerine Kılıçarslan'ın Çaka Bey'i öldürttüğü Bizans kaynaklarında iddia edilse de, bu konuda görüş birliğine varılamamıştır. Çaka Bey ile ilgili yurt dışındaki en önemli kaynak Anna Komnena'nın Malazgirt'in Sonrasını anlatan Aleksiad isimli kitabıdır.

Timur ve Yıldırım Bayezit 

I. Bayezid'i esir alan Timur
Timur'un Şam, Haleb ve Bağdad’ı ele geçirdiği esnada Karakoyunlu Kara Yusuf ile Sultan Ahmed Celayirî’nin Yıldırım Bâyezîd’e sığınması gerçekleşmişti. Bu durum Yıldırım Bâyezîd ile Timur arasındaki bir başka problem idi.1401 yılının Temmuz ayında kırk gün süren kuşatmadan sonra Bağdad’ı ele geçirmişti. Ancak bu sırada Karakoyunlu Kara Yûsuf ile Sultan Ahmed Celayirî’nin Yıldırım Bâyezîd’e sığınması gerçekleşti. Bu durum Yıldırım Bâyezîd ile Timur arasındaki bir başka problem idi. Timur ile Yıldırım Bayezid karşı karşıya gelmeden önce, aralarında mektuplaşmaların olduğunu tarihi kaynaklar bildirmektedirler. Mektupların, Farsça ve Arapça olarak yazıldıkları yine bu mektupların içerisinde belirtilmektedir. Timur, Yıldırım Bayezid’e yazdığı birinci mektubunda; Kara Yusuf ile Bağdat Sultanı olan Ahmed Celâyir’in, Osmanlı idaresine sığınma taleplerini kabul etmemesini, bu iki kişiyi yakalayıp aileleri ile birlikte ya kendisine teslim edilmesini, veya öldürülmelerini ya da ülke sınırları dışına çıkarılmaları gibi tekliflerini iletmiştir. Yıldırım Bayezid, Timur’un bu gibi isteklerini emrivâki saymış, muhtemelen kendisine iltica edenlerin kışkırtmaları ve onun daha önceki Sivas kuşatması da dahil, Osmanlıya karşı beslediği istila planları sebebiyle çok sert ve hakaret edici şekilde cevaplamıştır. Mektubunda Timru'a kudurmuş köpek demekten çekinmeyen Bayezid, bu tarafa gelmezsen üç talak ile zevcelerin boş olsun ben de sana karşı çıkmazsam zevcelerim üç talak ile boş olsun diye ağır bir dil kullanmıştır.
Timur’u, Osmanlı devleti üzerine yürümeye teşvik edenler arasında Erzincan Emiri Mutaharten, Akkoyunlu Beyi Karayölük, Osmanlı karşısında topraklarını kaybeden diğer Türk beylikleri, özellikle de Karaman beyi yer almaktaydı. Ayrıca Ceneviz, Fransa, Bizans ve Kastilya gibi Osmanlı karşıtları da, bu savaşın olması yönünde Timur’la yakın ilişki içerisinde bulunmuşlardır. Batı Hıristiyan devletleri ve Bizans 1398'den beri Timur ile iyi ilişkiler içindeydiler. İstambul'u kuşatma altında tutan Bayezid'e karşı imparator II. Manuel, Timur'un egemenliğini tanıdığını haraç ödemeye hazır olduğunu bildirmekte idi. Ayrıca Timur, Anadolu'da Tatar gruplara adam göndererek onları Bayezid'e karşı kazanmaya çalışıyordu.
Timur, Karabağ kışlağında Bayezid'ten gelen Osmanlı elçisine, Osmanlılar daim Frenklere karşı gaza yaptıklarından ona karşı yürümek Frenklerin kuvvetlerinin artmasına neden olur, bu nedenle Rum diyarı üzerine yürümek yanlısı değilim yanıtını verdi. Fakat, Bayezid'in Karakoyunlu Kara Yusuf'u himaye etmekte ısrarını bir meydan okuma olarak görüyordu. Timur son olarak barış için Bayezid'in Kara Yusuf'u idam yahut kendisine teslim veya yanında uzaklaştırması koşulları ileri sürdü. Bunu kabul ederse baba oğul oluruz gazalara yardım ederiz dedi ve 12 Mart 1402'de Karabağ'dan Anadolu'ya hareket etti. Bayezid'e haber gönderip koşulları tekrarladı. Bayezid'ten tekrar elçi geldi. Osmanlı sultanının özürleri Timur'ca kabul edilmedi. Timur, savaş için hazır ol mesajıyla elçiyi geri gönderdi. Sivas sahrasında Bayezid'in elçileri önünde ordusuna geçit resmi yaptırdı. Oradan tekrar barış önerdi. Bu kez eski Erzincan Beyi Taharten ailesinin teslimini istedi. Bayezid'in büyük bir ordu ile hareket ettiği haberi geldi. Bayezit, Timur'u karşılamak üzere Doğu Anadolu yollarına düşmüştü. Timur ise güneye yönelip Ankara'ya ulaştı. Bayezit stratejik manevrada kaybetmişti. Aceleyle geri döndü. Yorgun askeriyle Çubuk Ovasında elverişsiz susuz bir yerde konaklarken Timur'un ordusu en iyi koşullarda konuşlanmıştı. Savaş Timur'un askerlerinin saldırısıyla başladı ve Osmanlıların sol kolu bozuldu. Tatarlar ve Timur'un yanına sığınmış Anadolu beylerinin Bayezid'in ordusundaki askerleri kendi beylerinin yanına kaçtılar. Kendi askeriyle kalan Bayezid'in bozgunu gören birlikleri kendi yurtlarına dönmeye bakıyordu. Devlet ileri gelenlerinden her biri bir şehzadeyi alarak kaçmış ve Bayezit, Timur'un bütün seferleri sırasında yanında bulundurduğu sadık adamlarından Mahmud Han tarafından esir alınmıştı.

Ankara Savaşı sonrasında Anadolu'daki faaliyetleri 

Zafer akabinde Timur, Emirzade Muhammed'i, Bayezid'in oğlu Süleyman Çelebi peşinde yağma ve Bayezid'in hazinesini ele geçirmek üzere Osmanlı başkenti Bursa üzerine gönderdi. Timur birlikleri Bursa'ya Süleyman Çelebi oradan ayrıldıktan hemen sonra girip şehri yakıp yıkıp yağmaladılar. Süleyman Çelebi, Rumeli'ye geçmek üzere babasının yaptırdığı Anadolu Hisarı'na sığınmıştı. Anadolu Hisarı'na yakın bir dağda çarpışmalar üzerine Timur bu tarafa kuvvet gönderdi. Süleyman Çelebi'ye iki adam gönderip huzuruna çağırttı. Süleyman Çelebi'ye giden adamlar, Çelebi adına zengin armağanlarla geri geldiler. Bayezid'in büyük oğlu Süleyman Çelebi, Timur'un çakeri olmayı kabul edip her ne zaman emrederse gecikmeden huzuruna geleceğine dair söz verdi. Timur, Anadolu'da Bayezid'in ortadan kaldırdığı beylikleri ihya etti. Her tarafta Bayezid'in ortadan kaldırdığı küçük büyük hanedanlara yarlıglar vererek kendi egemenliği altına aldı.
Emir zadeler Bursa'dan sonra İznik ve Çanakkale boğazına doğru ilerleyip yüklü miktarda ganimet elde ettiler. Akdeniz kıyılarına, Antalya ve Teke'ye gönderilen emirler ise tüm bölgeyi yağma edip büyük ganimetlerle döndüler. Daha sonra Timur Sivrihisar'a geldi ve çadırlar kuruldu. Oradan Kütahya'ya indiler aman malı alıp şehre zarar vermediler. Germiyan'ın ziyafetleriyle işret meclisi kuruldu. Muhammed Sultan Manisa'da, Şahruh Uluborlu-Keçiborlu taraflarında kışlarken Timur ise Denizli-Aydın yolu ile İzmir'e yakın Tire 'de kışlamaya geldi.
İzmir önlerine geldiğinde Muhammed Sultan da kendisine katıldı. Timur, 14. yüzyıl ortalarından itibaren Türklerin elinden çıkmış olan İzmir'i Hristiyanların elinden almaya Bayezid'in yapamadığı fetih işini kendi yapmaya karar verdi. İki haftalık kuşatmadan sonra İzmir fethedildi. Bu sırada Süleyman Çelebi'nin elçisi tekrar gelerek Bayezid'in oğullarının büyüğü olarak Osmanlıların itaat ve kulluğunu sundu. Bursa'da yerleşen İsa Çelebi de elçisini gönderdi. Timur onu da iyi karşıladı, İsa Çelebi bağımlılığını pişkeş vererek sundu. Timur Cenevizler elindeki Foça kalesine de Muhammed Sultan'ı gönderdi. Kaledikiler aman diledi ve haraç ödemeyi kabul etti. Muhammed Sultan'ın rahatsızlığını işiterek Akşehir'e doğru yöneldi. Bu sırada 8 Mart 1403'te Bayezid'in öldüğü haberini aldı. Haberi öğrenen Timur çok üzüldü, Bayezid'e ait bütün ülkelerin ve ona bağlı beylerin kendi hükmü altına girdiğini ilan etti. Akşehir'de babasının yanında bulunan Bayezid'in oğullarından Musa Çelebi'ye hilat, kemer, kılıç ve tirkeş vererek ağırlayıp Bursa'yı ona bağışladı ve eline yarlıg verdi. Musa Çelebi'ye babası Bayezid'in naşını Bursa'ya götürmesi için teslim etti. Bayezid'ten birkaç gün sonra da Timur'un veliaht ilen etmiş olduğu torunu Muhammed Sultan 13 Mart 1402'de 29 yaşında öldü. Kukla han olarak sürekli yanında taşıdığı Mahmud Han ise bu sırada 11 Mart 1402'de ölmüştü.
Ankara Savaşı’ndan sonra Anadolu'da sekiz ay kadar kaldıktan sonra geri dönüş yoluna koyularak 1403 yılı Temmuz ayında Gürcistan'a gelen Timur kışlamak üzere Karabağ'a yöneldi. Kışı Karabağ'da geçirdikten sonra 1404 yılı Mart ayında Semerkant'a gitmek üzere Karabağ'dan hareket etti. Erdebil'e gelindiğinde daha önce kararlaştırılan toy toplandı ve altamgalı yarlık ile Hülagü Han tahtı, Azerbaycan, İstanbul'a kadar tüm Anadolu, Irak-ı Acem, Arran, Mugan, Ermenistan ve Gürcistan bölgeleri Miranşah oğlu Mirza Ömer'in idaresine bırakıldı. Miranşah'ın askerleri ve beyleri de ona verildi böylece Miranşah oğlunun buyruk ve vesayeti altına girmiş oluyordu. Timur 1404 yılı Temmuz ayında Semerkant'a geldi. Zaferlerini kutlamak için toylar düzenletti ve imar faaliyetlerine girişti. Torunlarından altısının nikahlarını kıydırarak evlendirdi.


Timur'un mezarı Gur Emir
Ölümü 

Timur, 18 Şubat 1405 tarihinde, Çin’e sefere giderken Otrar’da 79 yaşında öldü. Ölüm sebebi kulunç idi, aynı zamanda prostat da olmuştu. Hemen, Semerkand’a getirilerek torunu Halil Sultan tarafından, daha önce ölmüş olan torunu Muhammed Sultan’ın Ruh Abâd yakınlarındaki medresesine defnedildi. Timur, torunu Muhammed Sultan'ı tahtının varisi gibi görünüyordu. Ancak Muhammet Sultan'ın 1404 yılında, beklenmedik şekilde genç yaşında ölümünün ardından Timur bu çok sevdiği ve ardılı olarak gördüğü torunu için Semerkant’ın seçkin bir tepesinde adına yaraşır bir büyük mozeleum inşasını emretmiş Muhammed Sultan buraya defnedilmişti. Mozeleum, anıt mezar, camii ve medrese yapılarından oluşuyordu. Timur da ölümünün ardından çok sevdiği torununun yanına defnedildi. O zamandan sonra Gur Emir, tüm Timur hanedanın birlikte yattığı anıt mezar durumuna getirildi. Timur’un ölümünden sonra oğlu Şahruh, diğer oğlu Miranşah ve torunu Uluğ Bey buraya defnedildi. Gur Emir Mozolesi yedi bölümden oluşuyordu: Sağda Müslümanların dua ettiği hanaka, solda medrese ve merkezde mosoleum, iki tarafında anıtı tamamlayan iki minare. Medrese ve hanaka günümüze ulaşamamıştır. Anıtın yüksek kubbesinin altında üç sıra halinde yan yana yatan on kadar mermer mezar taşı bulunmakla birlikte Sadece Timur’un mezartaşı siyah renkte nephritis taşıdır ancak burası sembolik mezardır. Gerçek mezar bu salonun altındaki salonda bulunmaktadır ve ziyarete açık değildir.Timur’un bedeni, taş lahdinin içinde yatmaktadır. İslam geleneği ile başı Mekke’deki Kabe’ye yöneliktir. Orta Asya geleneğinde kutsal ölülerin mezarlarına konulan atkuyruğunun burada da bulunduğu mozelenin onarımı sırasında ortaya çıkarılmıştır.
Timur, Şehr-i Sebz’de yazlık sarayı yakınlarında, genç yaşta ölen iki oğlu, Cihangir ve Ömer Şah için Mozeleum Kompleksi inşa ettirmişti. Bu kompleks içinde kendisi için de bir mezar odası inşa ettirdiği bilinmekle birlikte bu konuda başka herhangi bir bilgi bulunmamaktaydı. 1960 yılında bir kız çocuğunun Timurlu Mozelesi Kompleksi yakınlarda oynarken üzerine bastığı yerin çöküp açılan çukura düşmesi ile birlikte Timur’un ölmeden kendisi için yaptırdığı mezar odası bulundu. Mezar odasının duvarındaki yazıtta Timur’un mezar odası olduğunu kayıtlı olmakla birlikte odada devasa bir lahit bulunmakta idi. Ağırlığı nedeniyle lahdin kapağı zorlukla açılabilmişti ve içinin boş olduğu görülmüştü. Timur sağlığında mezar odasını hazırlatmış, bu mezar odası muhtemelen Orta Asya geleneğine bağlı olarak Atila’ya, Cengiz Han’a yapıldığı gibi gizli tutulmuştu. Gur Emir ile birlikte Şehrisebz’deki mezar kopleksi bırakılmış ya da unutulmuştur.

Mezarının Açılması 

19 Haziran 1941'de Sovyet antropolog Mikhail Gerasimov, Timur'un bedenini inceledi. Ancak Timur'un mezarını açmadan önce protestolarla karşılaşmıştı ve mezarın lanetli olduğuna dair geniş bir inanış vardı. Anıt mezarında her kim olursa olsun Timur'un mezarını deşerse ülkesine savaş şeytanlarının dolacağını söyleyen bir yazı vardı. Gerasimov mezarı açtıktan 3 gün sonra 22 Haziran 1941'de Nazi Almanyası Sovyetler Birliğine savaş ilan etti.Lahitlerden çıkarılan kemikler Leningrad’da götürüldü ve incelendi. Timur'un bedeninde yapılan araştırmada, kendi çağına göre uzun sayılabilcek bir boyda 1.73cm olmakla birlikte, geniş göğüslü ve belirgin elmacık kemikli biri olduğu anlaşıldı. Ayrıca onun kalça incinmesinden dolayı aksaklığı doğrulandı. Antropolog Gerasimov, kafataslarını inceleyerek tüm hanedanın portrelerini yaptı. Kasım 1942'de Stalingrad Zaferinden önce İslamî törenle tekrar defnedildi.

Fiziksel özellikleri ve şahsiyeti 

Timur'un büstü. Mikhail Gerasimov (1941).
Timur ile ilgili kaynakların çoğunluğu Farsça olmakla birlikte, dönemin Arapça kaynaklarında da kendisi hakkında önemli bilgiler verilmektedir. Doğumundan ölümüne, dış görünüşünden kişiliğine, günlük hayatından hakimiyet anlayışına kadar birçok özelliği, Timur ile bizzat görüşen veya kendisiyle aynı dönemde yaşayan tarihçilerinin eserlerinden öğrenilebilmektedir.
Timur’un dış görünüşü hakkında Arap kaynaklarında fazlaca bilgi mevcuttur. Bu bilgilere göre, Timur’un boyu uzun, vücudu heybetliydi. Omuzları geniş, başı büyük ve alnı genişti. Elleri ve ayakları iri, kol ve bacakları ise oldukça uzun ve kalındı. Görünüşü acayip ve ürkütücü olan Timur’un, suratı oldukça asık, sağ eli felçli ve sağ ayağı da topaldı. İbn Arabşah'a göre gençliğinde, koyun çalarken bir çoban tarafından omzundan ve kalçasından vurularak topal kaldığı için lenk lakabını almıştı. İbn Haldûn ise, Timur’un kendisine söylediğine göre, topal olmasına sebep olan bu ok yarasını gençliğinde yapmış olduğu bir baskın sırasında aldığını ifade etmektedir.
Moğollar'daki gökyüzünde bir tane güneş ve ay varken, yer yüzünde nasıl iki hakim olabilir fikri, Timur'da da görülmektedir. Dünya iki hükümdara yetecek kadar geniş değildir. Allah nasıl bir tane ise, sultan da bir tane olmalıdır düşüncesindeydi. Yine bir kadının iki kocası olmayacağı gibi bir devletin de yalnız tek hakimi olmalıdır sözü ona aittir. Bu düşünceleri Tümur'un soyundan gelen Babür'ün eserinde de görmek mümkündür. 
Timur'un mühründe kuvvet doğruluktur anlamına gelen Rasti-rustî kazılı olması ve yazdığı mektupların sonuna da aynı ibareyi içeren damgasını vurması doğruluğa önem verdiğinin bir göstergesiydi. Yaklaşık otuz yıl boyunca geçtiği her yerde yıkıntılar ve yıkımlar bırakarak acımasız yüzünü göstermiştir. Ancak bazı olaylara bakıldığında Tümur'un taş kalpli olmadığı, heyecanlandığı, ağladığı, sevdiği, yakınlarına ve dostlarına bağlı olduğu görülmektedir. Torununun ölüm haberini aldığında kendini yerden yere atmış ağlamış acısını belli etmiştir. Kızı Akabeg, büyük oğlu Cihangir, kız kardeşi Turhan Hatun'un birbirini takiben gerçekleşen ölümleriyle bir süre derin bir bezginlik içinde bulunsa da tarafından Kuran-ı Kerim ve hadis-i şefifler okuttuğu gibi bir taraftan tarih ve hikayeler okutup dinleyerek üzüntüsünü unutarak yine hükümet işleriyle ilgilenmekten geri kalmamıştır. Sinirleri sanıldığı kadar sağlam değildir. Önünde korkunç ve kanlı savaş öykülerinin anlatılmasına dayanamadığı, dilenciliği kabul etmediği, halkın yiyecek bulmasına dikkat ettiği bilinmektedir. Timur, bulunduğu mecliste gasp, saldırı, tecavüz ve kan dökmekle ilgili sözlerin dile getirilmesine ve küfür edilmesine asla izin vermezdi ve orada sadece yönetim ile ilgili tedbirler görüşülürdü.
Timur , başkenti Semerkant'ın ihtişamını arttırmak için sanatçıları, zanaatkarları, bilim adamlarını, şairleri, din adamlarını Semerkant'a çekmeye çalışmış hatta kimi zaman onları zorla Semerkant'a getirtmiştir. Timur seferlerinde geçtiği yerleri acımasız şekilde yakıp yakarken diğer yandan Semerkant'ı yeniden yaratmıştır. Ele geçirdiği ülkelerdeki sıradan yontma işçisinden en büyük sanatçıya kadar bir çok insanı daha önce görülmedik bir biçimde tek bir şehirde toplamayı başarmıştır. Semerkant'ı büyük yeteneklerin merkezi haline getirmiştir. Astronomi ve Fıkıh alimlerine, seyyidlere çok hürmet gösterir onların sohbetlerini dinlemekten büyük keyif duyardı. Tüzükatında, Allah dostları alimler ile devamlı irtibat halinde idim. Her işimde onlarla istişare ettim. Bunların hayır duaları bana zaferler kazandırdı, demektedir. Girdiği hiçbir ülkede de alim ve şeyhlerin incitilmesine müsade etmemiştir. Gerek barış zamanında gerek savaş zamanında ünlü komutanların hayatlarını ve bunların seferlerini okumayı alışkanlık edinmişti. Şam'da ünlü tarihçi İbn Haldun ile yaptığı görüşmeler sırasında sahip olduğu tarih bilgisi ile İbn Haldun'u bile şaşırtmıştır. Türkçe, Moğolca ve Farsça olmak üzere üç dil bilmekteydi.


Timur'un Fransa karalı VI. Caharles'a mektubu
Kendi ülkesi dahilinde, halk arasında haber toplayan görevliler bulunduğu gibi, diğer ülkelerde de casusları vardı. Bu casuslar sufi, derviş, tüccar, müneccim, asker, sanatkar, pehlivan olarak çeşitli ülkeleri dolaşır, bu ülkelerin şehir, kasaba yollar ve ileri gelenleri ile ilgili bilgi toplayarak Timur'a bildirirlerdi. Daha sonra Timur bu ülkeye gelip o şehir ile ilgili şeyleri sormaya başlayınca bu büyük bir hayret ve şaşkınlığa yol açardı.
Timur satranç oynamayı çok severdi. Çok sinirlendiği zamanlarda da bu oyunu oynayarak rahatlardı. Satrancı mükemmel bir şekilde oynadığı için çok az kimsenin kendisiyle satranç oynamaya cesaret edebildiği Timur, normal satranç ile oynamayı aşmış ve büyük satrançla oynamaya başlamıştı. Yani satranç tahtasını ona onbire çıkarmış ve taşlara iki deve, iki zürafa, iki boğa, iki aslan, iki debbâbe, iki öncü, bir vezir, bir gözcü ve diğer bazı taşları eklemiştir. Timur’un satranççıları arasında Muhammed b. el-Akîl el-Haymî, Zeyneddin el-Yezdî ve başka kimseler vardı. Ama satrançılarının pîri aynı zamanda fakih ve muhaddis olan Alâeddin et-Tebrizî idi. Alâeddin etTebrizî ile büyük satranç oynayan Timur’un, satranç oyununun konumları ile hamleleri hakkında da şerhleri vardır. İbn Arabşah, Timur ile Alâeddin etTebrizi’nin yanlarında ayrıca bir yuvarlak bir de uzun satranç gördüğünü ifade etmektedir. Yine bir gün çok sevdiği bu oyunu oynarken rakibine Şah-Ruh yaptığı sırada Timur’a iki müjde getirilmiştir. Bunlardan birincisi bir erkek çocuk sâhibi olduğu, ikincisi de Ceyhun nehrinin Hıta tarafındaki kıyısına inşaa ettirmekte olduğu şehrin tamamlandığı idi. Bunun üzerine Timur oğluna Şahruh, şehre ise Şahruhiyye adını vermiştir.

Kordon
1838 Balta Limanı Ticaret Antlaşması’nın ardından İzmir, gümrük sisteminde yapılan düzenlemelerle sanayileşmiş Batı Avrupa ülkelerinin ithal mallarının yoğun işgaline uğradı. Bu ithalat patlamasıyla birlikte İzmir’de meydana gelen ticari canlılık, 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilânına kadar sürdü. Bu süreç içerisinde İzmir Limanı adeta Asya’nın Avrupa’ya bağlandığı bir köprü işlevi gördü. Anadolu’nun zengin tarım havzalarının ürünlerinin deve kervanlarıyla İzmir’e getirilerek, limandan Avrupa’nın değişik şehirlerine ihraç edildiği bu süreci; 1860ların ortalarından itibaren dünya kapitalist sisteminin bir ürünü olan demir yollarının Batı Anadolu’daki yapımı izledi. Bu gelişmeler ışığında İzmir-Aydın Demiryolu’nun devreye girmesiyle Gediz ve Menderes Ovaları’nın tarım ürünleri İzmir Limanı’na daha rahat ve kolay bir şekilde taşındı. Bütün bu gelişmelerle birlikte Osmanlı merkezi otoritesinin ticaret üzerindeki denetiminin zayıflaması ve konsolosluk mahkemelerinin yargı alanlarının genişlemesi yabancı tüccarların İzmir’e akın etmesine neden oldu. 1856 yılında yabancılara mülk edinme yasasının çıkarılmasıyla birlikte İzmir nüfusunda önemli değişimler meydana geldi. 1847’de yaklaşık 15 bin olan kentteki yabancı nüfus, 1880’de 50 bin kişiye ulaşmıştı. Artan ticaret hacmi doğal olarak yabancı sermayeli kuruluşların İzmir’de faaliyet göstermelerine neden oldu. Örneğin 1843 yılında Commercial Bank of Izmir, 1860’da Credit Lyonnais ile 1863’de Osmanlı Bankası İzmir’de şubeler açtı. 1850’de yirmi değişik ülkenin tüccarları İzmir’de ticaret evleri kurmuş, bu durumun doğal bir sonucu olarak da kent bünyesinde 17 konsolosluk bu yabancı tüccarlara hizmet vermeye başlamıştı. Hiç kuşkusuz bu durum İzmir’in sosyo-ekonomik yapısını tamamıyla değiştirecek gelişmeleri de beraberinde getirdi. İzmir’in gündelik yaşam pratikleri artık değişiyordu. Konsolosluklar, Levanten aile şirketleri ve yabancı sermayeli kuruluşların geliştirdikleri yeni yaşam biçimleri İzmir’in başta Kordon olmak üzere mekânsal görünümünü de farklılaştırdı. İzmir Rıhtım Şirketi’nin denizi doldurarak oluşturduğu bölgede ve Kordon’da, yabancılar kendi yaşam alışkanlıklarını sürdürecek mekânlar yaratmışlardı. Özellikle yüksek gelir gruplarına yönelik pek çok kulüp ve dernek binası bu civarda konuşlanmıştı. Örneğin Avrupalılar Derneği (Club Europen), Tüccarlar Derneği ve Kulübü, Avcılar Kulübü, Sporting Club ve Concert America Tiyatro Salonu bu bağlamda inşa edilmiş en görkemli yapılardı. Ayrıca Kramer Palas Oteli ile onun üst katındaki Club Hellenique de bu kompozisyonu tamamlıyordu. Artık kentin insan kitlesinde büyük farklılaşmalar oluşmuştu. Söz konusu bu kitle, Kordon’da konutlar da edinmeye başlamıştı. Pasaport yöresinden kuzeye doğru, konut alanları yoğunlaşmıştı. Sakız’dan gelen tüccarların oturdukları ev anlamına gelen Sakız tipi mimari, yani iki katlı, cumbalı konut mimarisi de İzmir’de giderek yaygınlaşıyordu.
Kordondaki Evler 
Bunlardan başka Whitall, Giraud, Charnaud, Forbes, La Fontaine, Patterson gibi zengin Levanten tüccar aileleri, Buca, Bornova ve çok az olmakla birlikte Karşıyaka’da geniş araziler alıp görkemli malikâneler yaptırmışlardı.

Kentin canlanan ekonomik yaşamı beraberinde ticari organizasyonları da yaratmakta gecikmedi. 1850’li yıllarda İngiliz ve Fransız tüccarlar ayrı ayrı ticaret odaları kurmuşlardı. Onları İtalyanlar ve Hollandalılar izledi. 1885 yılında bütün bu odalar birleştirilerek İzmir Ticaret Odası kurulmuş, bunu 1892 yılında İzmir Ticaret Borsası’nın kuruluşu takip etmişti.
























0 yorum:

Yorum Gönder

 
 
 

Görüntüleme Sayısı

Slayt (İZMİR RESİMLERİ)

İzmir haritası


taksi durakları

İZMİR TAKSİ DURAKLARI A B C Ç E
F G H I J
TELEFON NUMARALARIK L M N O
Aranan semtin ilk baş harfini işaretleÖ P R S Ş
BUL tıklatınT U Ü V Y
Z
İZMİR Alan kodu 232